İnsanlar, girdikleri her
toplumda öncelikle tanıdık bir yüz arar. Bulduktan sonra hoşlandıkları şeyleri
yani hobilerini ortaya koyarlar. Ortak olanlar varsa özellikle memleketler aynı
ise değmeyin o insanların keyfine!
Kıbrıs’ta
görevime başlayalı az bir zaman geçmişti. Her şeye ve herkese yabancıydım. Bir
gün okul müdürüm:
“- Okulumuzun bir futbol
müsabakası var, hadi sende komşu kasabadaki sahaya git. Nasıl olsa sizin
memlekette herkes futboldan anlar. Hem de öğrencileri tanımış olursun.” dedi.
Futbol
sahasına vardığımda maç başlamak üzereydi. Ancak maçın hakemi bir öğrenci ile
konuşuyordu. Yanlarına vardığımda bu kişiye gözlerim takıldı. Diğer öğrencilerin aksine hafif uzun bir
yüzü, masmavi pırıl pırıl parlayan gözleri, jöle ile yapıştırılmış sarı saçları
ve kirli sarı bir ten rengi vardı. Orta boylu atletik bir vücuda sahipti. İki
ayağının başparmakları üzerinde gergin bir yay gibiydi. Kaptanına isyan eden tayfa gibi duruyordu.
Sırtındaki bordo-mavi forma ve diğer giysileriyle sanki bir Trabzonsporlu futbolcu
bu sahaya düşmüştü. Olayı anlamaya çalıştım. Biraz mahcup bir eda ile:
“- Bu hakeme derdimi anlatamadım. Ben bu
formadan başkası ile oynamam. Ben oynamasam bizim okul kesin yenilir. Zaten
bizim okulun formaları biraz buna benziyor. Ne olur bıraksa da oynasam” diyerek
derdini anlatmaya çalıştı. Bende bir öğretmen olan hakeme:
“-Bu işi bu kadar ciddiye alma. Bu tür
zorlamalar gençlerin ruhsal yaralanmalarına yol açacağını söyleyerek izin
istedim. Bir an önce maçın başlamasını isteyen hakem:
“- Ne haliniz varsa görün”
diyerek uzaklaştı. Öğrenciye
“-Maçtan sonra beni gör
okula beraber gidelim dedim. Kafasını sallayarak orta sahaya doğru koştu.
Maçtan
sonra araçta yanıma oturdu. Diğer öğrencilere göre daha saygılı ve daha
sessizdi.
Kelimelerin üstüne basa basa yavaş yavaş
anlatmaya başladı. Adı Salih’ti. Kıbrıs’ta doğmuştu. Tam on beşine
girmişti. Ailesi, Trabzon’un Çaykara ilçesinin bir yüksek köyünden
1975 yılında
Kıbrıs’a göçmüştü.. Buradaki köyünde yaşayanların
çoğu yine Karadenizliydi.
Karadeniz ve Trabzon
söylerken gözlerinin içi gülüyor, mutluluğu yüzünden okunuyordu. Birden bire
“-Size isterseniz
Karadeniz’de kemençeyle birlikte söylenen manilerden söyleyebilirim. İsmail
TÜRÜT’ ÜN söylediği
“Ay yıldızını gökten
/Rengini kanımızdan /Her zaman gurur duyduk /Şanlı bayrağımızdan” türküsünü
güzel bir sesle ve duygu yüklü olarak okudu. Ben de “-Trabzon’u seviyor musun?
diye sordum. O cevap olarak:
“Selam Trabzon’uma!
Dört köşe kalesine,
kargalaklı yalisina
Maranzul incirine,
dutuna, karayemişine,
Yokuşuna, inişine selam!
.............................................................
............................................................
Selam Trabzon’uma!
Gönülde yaşatıp
göremediğim
Yoluna bakıp
gidemediğim
Hali nicedir
bilemediğim
Damina, tarabasina
Ağasına,
marabasına
Kara kışlasina, gözü
yaşlisina
Erine, yiğitine,
kocamişina
Sakali tel tel, sacı yeni bitmişine
Yedisinden yetmişine
Yürek dolusu selam!”
Diyerek hasretle Mahmut GOLOĞLU’unun SELAM
TRABZON’UMA şiirini okudu. Çok duygusal bir ortam oluşmuştu. Vatanımdan bu
kadar uzakta bir öğrenciden bunları duymak çok hoşuma gitmişti.
“-Trabzon’u çok özlüyor musun?” dedim. Masmavi
gözleri, mavi gökyüzüne siyah bulut gelmiş gibi karardı. Ve bir yağmur damlası
gibi gözyaşı yanaklarından yuvarlanırken hüzünlü bir sesle:
“- Ben oraları görmedim.
Trabzon’a hiç gitmedim. Sadece bizimkilerin anlattığı kadarını biliyorum.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder