8 Şubat 2014 Cumartesi

BEN ORALARI GÖRMEDİM




İnsanlar, girdikleri her toplumda öncelikle tanıdık bir yüz arar. Bulduktan sonra hoşlandıkları şeyleri yani hobilerini ortaya koyarlar. Ortak olanlar varsa özellikle memleketler aynı ise değmeyin o insanların keyfine!
            Kıbrıs’ta görevime başlayalı az bir zaman geçmişti. Her şeye ve herkese yabancıydım. Bir gün okul müdürüm:
“- Okulumuzun bir futbol müsabakası var, hadi sende komşu kasabadaki sahaya git. Nasıl olsa sizin memlekette herkes futboldan anlar. Hem de öğrencileri tanımış olursun.” dedi.
            Futbol sahasına vardığımda maç başlamak üzereydi. Ancak maçın hakemi bir öğrenci ile konuşuyordu. Yanlarına vardığımda bu kişiye gözlerim takıldı.  Diğer öğrencilerin aksine hafif uzun bir yüzü, masmavi pırıl pırıl parlayan gözleri, jöle ile yapıştırılmış sarı saçları ve kirli sarı bir ten rengi vardı. Orta boylu atletik bir vücuda sahipti. İki ayağının başparmakları üzerinde gergin bir yay gibiydi.  Kaptanına isyan eden tayfa gibi duruyordu. Sırtındaki bordo-mavi forma ve diğer giysileriyle sanki bir Trabzonsporlu futbolcu bu sahaya düşmüştü. Olayı anlamaya çalıştım. Biraz mahcup bir eda ile:
 “- Bu hakeme derdimi anlatamadım. Ben bu formadan başkası ile oynamam. Ben oynamasam bizim okul kesin yenilir. Zaten bizim okulun formaları biraz buna benziyor. Ne olur bıraksa da oynasam” diyerek derdini anlatmaya çalıştı. Bende bir öğretmen olan hakeme:
 “-Bu işi bu kadar ciddiye alma. Bu tür zorlamalar gençlerin ruhsal yaralanmalarına yol açacağını söyleyerek izin istedim. Bir an önce maçın başlamasını isteyen hakem:
“- Ne haliniz varsa görün” diyerek uzaklaştı. Öğrenciye
“-Maçtan sonra beni gör okula beraber gidelim dedim. Kafasını sallayarak orta sahaya doğru koştu.
            Maçtan sonra araçta yanıma oturdu. Diğer öğrencilere göre daha saygılı ve daha sessizdi.
 Kelimelerin üstüne basa basa yavaş yavaş anlatmaya başladı. Adı Salih’ti. Kıbrıs’ta doğmuştu. Tam on beşine girmişti.  Ailesi,  Trabzon’un Çaykara ilçesinin bir yüksek köyünden 1975 yılında 
Kıbrıs’a   göçmüştü.. Buradaki köyünde yaşayanların çoğu yine Karadenizliydi.
Karadeniz ve Trabzon söylerken gözlerinin içi gülüyor, mutluluğu yüzünden okunuyordu. Birden bire
“-Size isterseniz Karadeniz’de kemençeyle birlikte söylenen manilerden söyleyebilirim. İsmail TÜRÜT’ ÜN söylediği
Ay yıldızını gökten /Rengini kanımızdan /Her zaman gurur duyduk /Şanlı bayrağımızdan” türküsünü güzel bir sesle ve duygu yüklü olarak okudu. Ben de “-Trabzon’u seviyor musun? diye sordum. O cevap olarak:
Selam Trabzon’uma!
Dört köşe kalesine, kargalaklı yalisina
Maranzul incirine, dutuna, karayemişine,
                        Yokuşuna, inişine selam!
.............................................................
............................................................
Selam Trabzon’uma!
Gönülde yaşatıp göremediğim
Yoluna bakıp gidemediğim
Hali nicedir bilemediğim
Damina, tarabasina
          Ağasına, marabasına

Kara kışlasina, gözü yaşlisina
Erine, yiğitine, kocamişina
           Sakali tel tel, sacı yeni bitmişine
Yedisinden yetmişine
Yürek dolusu selam!”
  Diyerek hasretle Mahmut GOLOĞLU’unun SELAM TRABZON’UMA şiirini okudu. Çok duygusal bir ortam oluşmuştu. Vatanımdan bu kadar uzakta bir öğrenciden bunları duymak çok hoşuma gitmişti.
 “-Trabzon’u çok özlüyor musun?” dedim. Masmavi gözleri, mavi gökyüzüne siyah bulut gelmiş gibi karardı. Ve bir yağmur damlası gibi gözyaşı yanaklarından yuvarlanırken hüzünlü bir sesle:
“- Ben oraları görmedim. Trabzon’a hiç gitmedim. Sadece bizimkilerin anlattığı kadarını biliyorum.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder