27 Şubat 2014 Perşembe

OKULUM:KIBRIS SEDAT SİMAVİ ENDÜSTRİ MESLEK LİSESİ


          1959-1960 öğretim yılında Türk Yapı Enstitüsü adı altında 1 müdür, 2 meslek öğretmeni ve 16 öğrencisi ile öğretime başlayan okulumuz ilk açıldığı zaman ortaokula dayalı iki yıl üzerinde öğretim yapıyordu. 1960-1961 öğretim yılında okul 10 öğrenciyi mezun etmekle ilk meyvelerini vermiş oldu.
           Bilgisayar Teknik Lisesi 1993-1994 öğretim yılında Sedat Simavi Endüstri Meslek Lisesi bünyesinde öğretime açılmıştır. Bilgisayar Donanım branşında 4 yıllık eğitim vermektedir. Ülkemizde Bilgisayar Donanım alanında eğitim veren tek okul olma özelliğine sahiptir.
           Toplum ihtiyaçları gün geçtikçe artmakta, bilgi ve teknoloji hızla ilerlemektedir. Bu ihtiyaçları karşılayabilmek, hala gelişen çağımıza ayak uydurabilmek ve sanayinin gelişmesini sağlamak teknik eğitim seviyesine bağlıdır.
           Yurt içinde teknik alanda üretimin artması, refahın yükselmesi, bireylerin çağdaş uygarlık düzeyine ulaşması, ekonomik uğraştan başarı ile çıkılmasına bağlıdır. Bu uğraşın öncüleri ise teknik elemanlardır.
           Ülkemizin teknik eleman ihtiyacına cevap verebilmek için okulumuz, 100'e yakın öğretmeniyle, 650 öğrencisine eğitim sunmaktadır. Okulumuzda meslek lisesinde 8, teknik lisede 1 olmak üzere toplam 9 branşta teknik eleman yetişmektedir

9 Şubat 2014 Pazar

BAYRAM VE YENİ YIL




2007 yılının bir özelliği yıl başının Kurban Bayramı ile aynı günde olması idi. Dolayısıyla her ikisinde yapılacak işler ve hissedilecek duygular birbirlerine karışmıştı.
Pazar günü saat altı cıvarında uyandım. Alışkın olduğum için bayram Namazı’na hazırlandım ve Yürüyerek Yenişehir Şehitler Camisine gittim. Hafif bir rüzgar esiyordu. Aralığın son günü olmasına rağmen Kıbrıs’ta  fazla bir soğuk yoktu.  Türkiye’den görevli İmamımız çok güzel bir vaazdan sonra kalabalık bir cemaatle namazı kıldık. Çıkışta yine bir hüzün kaplamıştı her tarafımı çünkü yine o anda bayramlaşacağım bir yakınım yoktu yanımda.
Eve geldim. Çocuklar uyuyordu. Biraz kitap okudum. Uyanan kişilerle bayramlaştım ve kahvaltı ettik. Bu gün keseceğimiz kurban için saat birde gelmemizi söyledi kesimhane yetkilileri bizde on iki civarında aracımızla oraya gittik. Dört öğretmen ortak bir kurban kesiyorduk. Fakat işler saatinde gitmedi. Beklemekten yorulduk. Saat dörte doğru kasap haricten bizden bıcak parası istedi. Sanki doktor ameliyat edecek ve mecburen istediği parayı verdik. Bizim kurbanımızı kesti. Modern bir tesiste çok temiz ve iyi bir işçilikle bize teslim ettiler. Buradan ayrılırken ovanın üzerine karanlık yavaş yavaş çöküyordu. Bir ibadeti ve geleneği yerine getirmenin mutluluğu ile eve gittik. Fakat evde farklı bir heyecan vardı.
            Bugün 2006’nın son günü idi. Herkes heyecanla yıl başı kutlamalarına gitmek istiyordu. Özelliklede çocuklar bir an önce Girne’ye gitmek için sabırsızlanıyorlardı. Biraz dinlendikten sonra saat 9:30 cıvarında Lefkoşa’dan Girneye arabamla hareket ettik.Girne sahilinde turumuzu attıktan sonra  Ayna grubunu dinlemeye gittik. Erhan Güleryüz her zaman ki gibi siyah güneş gözlüklerini takmış ve kış ortasında kolsuz tişortünü giymişti. Daha çok gençlerin ilgi gösterdiği konser sevilen Ayna şarkıları ile devam etti.
On ikiye yakın sahneye gelen Girne Belediye Başkanı Aygın yine kıbrıs meselesinden, barıştan dem vurdu. Fakat kimse dinlemedi ve yeni yıla rengarenk havai fişeklerinin aydınlığında girdik.
Kızımın “2006 yılı senin için nasıldı?” sorusuna
“-Hayatımın keyifli ve güzel geçen yıllarından biriydi” şeklinde cevapladım.

KIBRIS




            Yıl 1974,  Temmuz ayının en sıcak günlerinde ılık bir mevsime sahip Karadeniz yaylalarında kendi ineklerimize çobanlık yapıyorum. Arkadaşlarım, savaş çıktığını ve askerlerimizin Kıbrıs’a girdiğini ve hızla ilerlediğini anlatıyorlardı.
            Sekiz yaşlarındaydım ama çok iyi hatırlıyorum. Öğleyin koşar adım eve geldim. Ağır bir radyomuz vardı, açtım ve haberleri dinlemeye başladım. Evet Kıbrıs’a girmiştik. Rumları yeniyorduk. Kıbrıs’ı bilmiyordum ama Rumları çok iyi biliyordum. Çünkü, babaannem hep Kurtuluş savaşı öncesi Rumların kendilerine yaptığı zülümleri, eziyetleri ve öldürdükleri yakınlarını yaşlı gözlerle anladırdı. Diyebilirim ki ninnilerimde bile onların kötülükleri vardı.
            Beraber kaldığım babaanneme:
-Bak! Yine senin anlattığın Rumlarla savaşıyoruz dedim. Babaannem:
- Savaş çok kötü, yine pek çok gençlerimiz ölecek, dedi ve ellerini gökyüzüne açarak:
–Allahım! Sen onları koru diye dua etti.
            Babaannenim korktuğunu sanarak,
            -Babaanne korkma, ben seni onlardan korurum. Sana zarar veremezler, derken boyumu daha uzun göstermek için ayak parmaklarımın üzerine kalktım. Babaannem gülümseyerek başımı okşadı ve
-Merak etme, onlar şimdi bizden çok uzakta” dedi.
            Çocuk kafamda hemen bağlantıyı kurdum.Demek Kıbrıs bize çok uzakta, o zaman yerini öğrenmeliyim.

SENİ BEKLEMEK




Seni beklemek, bir lale soğanının kırmızı, sarı ve beyaz çiçeklerini açması için baharı beklemesi gibidir.
Seni beklemek, bir ayçiçeğinin yüzünü ona dönebilmesi için  gecenin karanlığında bir gün doğacağını bilerek  güneşi beklemesi gibidir...
  Seni beklemek, Efkalido ağacının sabah serinliğinde düşen çiy damlalarını tutan yaprakları için “bana elbet bırakacak” diyen suya doyumsuz köklerin beklediği gibidir.
Seni beklemek,sevgiyle hamuru yoğrulmuş ve dokuz ay karnında taşıdıktan sonra doğum sancılarına aldırmadan çocuğunun doğmasını sevinçle bekleyen anne gibidir  seni  beklemek..

                                     Mehmet Koç
31.Mart.2005

UZAKLARA AÇILAN PENCERE : PERVASIZ





Eski devirlerde gurbette yaşayanlar sıladan haber almak için yazılmış mektupları getiren güvercinleri, turnaları beklerdi. Günümüzde ise işe teknoloji karıştı. Şimdi memleketten haberleri “PERVASIZ” yazıyor. Gurbettekilere ise Pervasız’ın internet sayfası iletiyor.
 Edebiyatta gurbet ve sıla özlemi en çok kullanılan temalardandır.  Edebiyat üzerine sohbet ettiğimiz bir  Türkçe öğretmenine; “- Kıbrıs Türk Edebiyatı ile Türkiye  Edebiyatı arasında ne fark vardır?”diye sormuştum. O da “-Kıbrıs Türk Edebiyatı’nda  gurbet, sıla ve hasretlik üzerine yazılmış edebi eserler yok denecek kadar azdır.Çünkü burası küçük bir ülke olduğu için bu tür duyguların oluşması çok zordur. Oysa bizim Anadolumuz uçsuz buçaksız bir memleket ve insanlarımız daha iyi yaşam için doğdukları ve yaşadıkları yerleri istemeden bırakıp gitmek zorunda kalmaktadırlar.
İşte o  andan itibaren gurbet başlıyor. Yürekte sıla hasreti yer ediyor. Annesi, babası hele de bir yavuklusu varsa yoğun duygular oluşuyor. Oluşan bu yoğun duygular edebiyata  sıla şiirleri, hasret türküleri, gurbet hikayeleri olarak yansıyor. Bir de bu sevdiklerinden haber alamazsa yaşam iyice  zorlaşıyor.  Bu zor yaşamdan kurtulmanın yolu bir mektup gelmesidir. Bunu ister postacı, isterse kuşlar getirsin, fark etmez. Yeter ki mektup gelsin.”
Bu sıla kokan, hasret kokan, uçları yanık mektuplar artık yavaş yavaş tarih oldu. Çünkü teknoloji uzakları yakın etti. Önce telefonlar sonra internet sılayı gurbete yaklaştırdı. Eğer size  içecek damla su gibi memleketinizden taze haberler veren bir site varsa bu büyük internet denizinde sörf yapmanın keyfi bir başka olmaktadır.
Yılarca Akşehir’de her gün çıkan PERVASIZ’ın  baskısını sabahları sabırsızlıkla beklerdim. Ders aralarında okuldan bir koşu  yaparak nefes nefese PERVASIZ binasına varırdım ve ilk işim olarak  oturmadan hemen gazetemize göz atmaya başlardım. Bu durumumu gören rahmetli Ahmet Amcam telaşa kapılıp “-Oğlum ne oldu, deli danalar kovalamış gibisin” der ve gülüşürdük.
Araya yıllar ve yollar girse de bendeki duygular hiç değişmedi. Artık her sabah bilgisayarımda internete girdimmi ilk olarak karşıma bizim “PERVASIZ”ımız, Akşehir’in sesi geliyor. Bu site ile gözümün önüne Ahmet Amcamın yüzü, Ümit Abinin gülümsemesi, Ayhan kardeşimin emekleri geliyor. PERVASIZ  sayesinde bütün Akşehir’deki yazar ve okuyucu dostlarım beni selamlıyorlar.
PERVASIZ”da yazmak ve “PERVASIZ” okumak bir ayrıcalıktır, internette olsa bile.......

Gazetemizin 54. kuruluş yılın kutlar ve bu vesile ile kurucumuz Ahmet ŞENER’i rahmet ve minnetle  anıyorum.                                    MEHMET KOÇ

Yağ Damlası



Biliyoruz ki her insanın bir kırkıncı odası vardır. Bütün sırları ile baş başa kaldığı, bazen ürpererek kapısını açtığı bir odadır bu. Ürperir ki oda da ne ile karşılaşacağını bilmez aslında orada ve üstelikte yalnızdır bir yağ damlası gibi.
            Bir yağ damlası küçük bir gölçüğe damlar. Oradaki sularla birlikte derelerde yolculuk yapar ve denize ulaşır. O denizde bile hala yalnızdır. Oysaki etrafındaki herşey onun gibi sıvıdır. Ama o farklı o yalnızdır. Yosunlara bile tutunamaz, kayar. Hep yuvarlanarak hareket eder. Yuvarlanması bir yosunlu taş bulduğunda bile sona ermez. Deniz üstünden bakıldığında hemen fark edilir. Çünkü o farklıdır. Ama o mu yoksa etrafındakiler mi? Bakış açısına göre değişir.
            Kısaca yalnızlık bana ben yalnızlığa alışamadım.