28 Mart 2014 Cuma

Bellapais Manastırı



           
GOTİK sanatın eşsiz örneklerinden biri olan manastır, Beşparmak dağlarının eteklerinde kurulmuştur. Fransızca "Abbaye de la Paix" yani "Barış Manastırı" sözcüklerinden bugünkü adı doğmuştur.
            Manastırın ilk sakinleri 1187 yılında Kudüs’ten göç eden Augustinian mezhebi rahipleridir. İlk manastır binasının yapımı 1198 - 1205 yılları arasındadır. Bugün görünen yapının büyük bir kısmı Fransa Kralı III. Hugh tarafından (1267 - 1284) inşa ettirilmiştir. Avlunun etrafını çeviren revaklar ve yemekhane ise Kral IV. Hugh döneminde (1324- 1359) yapılmıştır.  
              Kıbrıs Osmanlılar tarafından alındıktan sonra manastır, Yunan Ortodoks Kilisesine verilmiştir. Avlunun yanındaki kilise manastırın en iyi durumdaki kısmıdır. Ön yüzdeki İtalyan freskleri 15. yy’da yapılmışlardır. Avludaki iki mermer lahit bir dönemler rahipler tarafından lavabo gibi kullanılmıştır. Lahitlerin arkasındaki kapıda, Kudüs, Lüzinyan ve Kıbrıs krallıklarının armaları asılıdır. Manastırın yemekhanesi de Gotik sanatın eşsiz örneklerindendir. Orta avlunun doğusunda rahiplerin iş odaları ve meclis odaları yer almaktadır. Meclis odasının ortasındaki sütunun ise erken dönem Bizans kilisesine ait olduğu düşünülmektedir. Rahiplerin yatakhaneleri ile hazine odası üst katta yer almaktadır. 

KAZIM ZAFİR’İN ÇOCUKLARA BAKIŞ AÇISI



Kazım Zafir’in çocuklara bakışına geçmeden önce bazı noktaları belirlemede fayda vardır. Bunlardan birincisi Kıbrıslı öğrencilerin durumu:
Öncelikle  5 yıl öğretmenlik yapmam ve iyi bir gözlemci olmam nedeniyle Kıbrıslı öğrencilerin bizim Anadolu öğrencilerine göre çok farklı olduğunu söyleyebilirim. Birincisi bütün Kıbrıs halkında olduğu gibi çocuklarında da Osmanlılar tarafından İngilizlere satıldıkları düşüncesi yaygındır. Dolayısıyla Türkiye’den gelenlere bir kırgınlık ve hırçınlık gösterisi yaparlar. Bunun sonucunda da zor kabullenme vardır. Çünkü Türkiye’den gelenlere güven duyguları azdır. Bu duyguları kişinin kendi çabaları arttırabilir. Bazen de azaltabilir. Bu durumun Kazım Zafir zamanında da aynı olduğuna inanıyorum.
Bir diğeri Kıbrıs çocukları, İngiliz kültüründen etkilendikleri için kişisel haklarına daha fazla sahip çıkar. Dolayısıyla haklarını ararken patavatsız hareket edebilirler. Bu da Bizim Türkiyeli Öğretmenler tarafından saygısızlık olarak algılanır. Örneğin Kıbrıslı  bir öğrencimin  bana göre yaptığı bir olumsuz hareketi üzerine sesimi yükseltmem nedeniyle bana “Ne bağırıyorsun hoca” demesi beni çok şaşırtmıştı. Oysa Anadolu’da öğretmenlik yaparken olayı tam kavramadan acele ile  hak etmediği halde bağırdığım öğrencilerimden böyle bir tepki hiç duymamıştım. İnanıyorum ki Kazım Zafir’de böyle beklemediği tepkilerle karşılaşmıştır.
Anadolu’daki aile yaşantısında aile büyüklerine saygı çok fazladır dolayısıyla küçükler söyleyecekleri lafları ölçerek söylerler, lafın nereye gideceğini hesap ederler. Oysa Kıbrıs Toplumunda istisnalar dışında kişiler kendilerini merkez görürler ve her şeyin kendisi için yaratıldığına inanırlar. Örneğin bir öğrencinin bana siz bana hizmet için buraya geldiniz. Dolayısıyla “siz benim hizmetçimsiniz” türünden bir laf söylemesi beni şaşkınlığa ve kızgınlığa uğratmıştı. Kazım Zafir’inde karşılaştıkları bunların dedeleri, ataları idi.

Bir ikincisi Kıbrıs’ın o zaman ki içinde olduğu durumdur. İngiliz olmayı kabullenemeyenlerin evini, yerini bırakıp Anadolu’ya göç ettiği, evini bırakmayanların istemeden de olsa İngiliz tabiiyetine geçtiği, İngilizlerin aşırı propagandaları ve İngiliz yanlılarının ve casuslarının cirit attığı bir ortam, fakir halkın ekmek bulamadığı ve zengin okumuş üç beş kişinin avare dolaştığı ve üretim ve hizmet sektöründe çalışanların yanına aldıkları çırakların ailelerinden para aldığı ve Rum basılarına maruz kaldığı bir ortam vardı.
İşte bu ortamda ailelerin psikolojik durumlarının ve onlardan etkilenen çocuklarının çok sağlıklı olduğunu söylemek zordur. Bu sağlıksız ortama gelen kişinin de psikolojisi elbette etkilenecektir. İşte Kazım Zafir’in bulunduğu ortam bu idi.
            Kazım Zafir’i Kıbrıs’a getiren nedenlerin başına maddiyat olduğuna inanmıyorum. Kesin olarak alacağı paranın kaç lira olduğunu bilmiyoruz ancak o devirde birinci sınıf bir öğretmenin yaklaşık 120 sterlin aldığını göz önüne alırsak yaklaşık yıllık 1500 sterlin için düzenini bozup gideceğine inanmıyorum. Gitmesinde bence en büyük sebep dine hizmet, vatana hizmet ve çocuklara hizmettir.
            Kazım Zafir’in her şeye karşılık çocuklara sevgi ile baktığını, onlara değer verdiğini düşünüyorum. Şöyle ki çocuğu arabası ile hisarda gezdirmesi onu ne kadar sevdiğini göstermesi açısından önemlidir. Bu günün şartlarında düşünmemeliyiz. O şartlarda bir lise müdürü, hoca, hatta bazılarına göre doktor gibi pek çok vasıfları olan bir kişinin bunu yapması kolay değildi.
            O devirde öğretmenler öğrencilere karşı çok serttiler, falaka yiyerek okuyan öğretmenin bunu yapması doğaldır. Örneğin, Kazım Zafir zamanında Türkiye’den görevli Hadi Kadınoğlu isimli öğretmenin çok sert olduğunu ve dayak attığını pek çok kişi anılarında anlatmaktadır. İşte bu okulda müdürlük yapan Kazım Zafir’in öğrencilerine iyi yönden yaklaştığını örneklerden görüyoruz. Mesela Okulun penceresinden sokakta giden kadına laf atan bir öğrenciye kızmak yerine Komisyonla karşı karşıya geleceğini bilerek komisyona okul binasını  şehir dışına taşıyın diye teklif etmesi, yine çocuğu gezdirmesi nedeniyle kendisine laf atan öğrencilere kızıp dayak atmak veya disipline vermek yerine onları konferans salonuna toplayıp bilgi ve öğüt vermesi bunun göstergesidir.
            Osmanlıdan kalan bir adetle o zamanları özellikle cahil halkın okul deyince aklına hemen Kur’an öğrenilen sıpyan mektepleri gelmekteydi. Onun için bu mekteplerde olan kuralların her yerde geçerli olduğuna inanıyorlardı. Aykırı davranış bir dedikodu malzemesiydi. O zaman ki ismi ile Sultaniye’nin de  bu okuldan pek farkı yoktu. Onun için Kazım Zafir’de çeşitli düzenlemeler yapmaya çalışmıştı. Hatta bu düzenlemenin olabilmesi için öncelikle okulun yeni bir binaya taşınması gerekiyordu. Nitekim Kazım Zafir’den 5 yıl sonra okul başka bir binaya taşındı. Ders planlarında değişiklikler yaptı. Yeni programlar hazırladı ve komisyona sundu. Komisyon kabul etmedi. Uygulamaya koyduğu bir beden eğitimi dersinde öğrencilerin atletle hareket yapması yadırgandı ve tepki gördü. Bu düzensizlikte çalışamayacağını anladığı için ve ilkelerinden taviz vermediği için adadan ayrıldı. Onun yerine gelen Kazım Nami bu düzenlemeleri uygulamaya koydu. Fakat o da iki yıl dayanabildi.   
              




             

D.R. FAZIL KÜÇÜK MÜZESİ MÜDÜRÜ VE HALKIN SESİ GAZETESİ YAZARLARINDAN ALTAY SAYIL İLE ROPÖRTAJ:



M.K.: Görüşme önerimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Konuyu size gönderdiğim e-mail ile bildirmiştim. Araştırma konum eski lise müdürlerimiz den Kazım Zafir’le ilgili. O dönemdeki Kıbrıs Türkleri hakkında kısaca bilgi verebilir misiniz?

Müdür A.S.: 1920 yıllarda Kıbrıs Türk toplumu çok fakirdi. Anadolu’da var olan çaresizlik, yoksulluk ve ileride ne olacağını bilememe bizim toplumumuza da aynen sirayet etmişti. Belirsizlik dedikoduları da beraberinde getirmişti.
M.K. :Siz de Kazım Zafir’le ilgili herhangi bir resim veya bilgi var mı?

Müdür A.S.: Biliyorsunuz ben eski fotoğraf koleksiyoncusuyum. Bende o zaman ki lise binasının resimleri var. Kazım Zafir’in resimleri maalesef yok. O devirlerde bazı müdürler geçici olarak geliyorlardı. Acaba bu da geçici miydi? Mesela bende daha önceki müdür Mücteba Öktem’le ilgili bir dosya var.  Yine Kazım Nami Duru ile ilgili bir dosya var.

M.K. Öncelikle Kazım Zafir araştırmalarımıza göre geçici değildi. Anlaşmazlıklar sonucu geri döndü. O zaman ki lise resimlerini alabilir miyim?

Müdür A.S.: Ben sekreterime söyledim. O arşivlerimi arayacak. Bulursam bir ay içerisinde sizin e-mailinize gönderirim. Benim öyle bir fotoğrafı bulmam biraz zaman alır.

M.K. : bu araştırmamda eski kaynaklara ulaşma da çok zorlandım. Neden Kıbrıs’ta bunlar düzenli tutulmamış acaba?

Müdür A.S.: Başta da söylediğim gibi fakir bir toplum olduğumuz için bu tür belgeler kimi zaman satıldı. Türkiye’den araştırmaya gelenler bu tür belgeleri beraberlerinde Türkiye’ye götürdüler veya Kıbrıs’tan çıkıp çeşitli ülkelere gidenler yanlarında bu tür belgeleri alıp götürmüşlerdir. Bazıları da savaşlar sırasında yakılmış, yıkılmış veya kayıp olmuştur. Biz Milli Arşivi çok sonralar kurduk.

M.K. : Lefkoşa Türk Lisesi binaları hakkında bilgi verebilir misiniz?

Müdür A.S.: Lefkoşa Türk Lisesi  kurulduğundan beri 3 ayrı binada hizmet vermiştir. Bu binaların ikisi surlar içerisindedir. Surlar içerisindeki bu eski lise binaları koruma altında olduğu için günümüzde sadece restorasyon yapıldılar. Aslına uygundurlar. Eski fotoğrafları ile şimdiyi karşılaştırırsanız hemen hemen aynıdır.

M.K. Eski fotoğraflarınızı bekleyeceğim. İlginize teşekkür ederim.

Müdür A.S.: Bizde sizden yardım bekliyoruz. Özellikle Konya’dan Kıbrıs’a tarih boyunca  göç eden aileler hakkında bir araştırmamız var katkı yaparsanız seviniriz.

M.K.: Memnuniyetle. Elimden geldiğince yardımcı olacağım. Görüşmek üzere …..



LEFKOŞA TÜRK LİSESİ MÜDÜRÜ MERYEM ÖKSÜZOĞLU İLE KAZIM ZAFİR HAKKINDA ROPÖRTAJ




M.K.: Öncelikle bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz. Bizim araştırmamız Lefkoşa Türk Lisesi’ne 1925 yılında İstanbul’dan müdür olarak gelen Kazım Zafir hakkındadır. Bu konuya geçmeden önce lisenin Kıbrıs Türk toplumu için tarihte ve günümüzde önemi nedir.?

Müdür M.Ö. : Lefkoşa Türk Lisesi’nin temeli 1862 yılında Lefkoşa’da açılan Rüstiye mektebidir. Bu mektep 1897 yılında İdadi’ye çevrilmiştir. Bu okulun Kıbrıs Türk toplumunun var oluş mücadelesinde önemli bir yeri vardır. LTL'nin ülkenin sosyal yaşamına da büyük katkıları vardır.  Bugün olduğu gibi geçmişte de okul içinde çeşitli faaliyetler yapılarak toplum dinamizmini ayakta tutmaktadır.

 M.K.: Lefkoşa Türk Lisesi’nin geçmişi  hakkında ve özellikle de kazım Zafir Bey’le ilgili bir araştırmanız var mı?

Müdür M.Ö. : LTL ile ilgili olarak bir araştırma yaptım. Bu araştırmam yakında kitap olarak yayınlanacaktır. Ancak burada ben sadece müdürlerin kimler olduğunu ve hangi tarihlerde gelip gittiğini araştırdım ve buldum. Özel olarak hiç biri ile ilgili bilgi toplamadım. Benim araştırmam daha çoğunlukla lisemizin toplumumuzdaki yeri ile ilgilidir.

M.K. : Kazım Zafir’le ilgili olarak konuşmamız öncesinde size aktardığım bilgilere ilave edeceğiniz herhangi bir bilgi var mıdır?

Müdür M.Ö.: Öncelikle sizi kutlamak istiyorum. Bu kadar kısa zamanda bu  kadar bilgi ve belgelere ulaştığınız için. Bizde bu bilgi ve belgelerden yararlanmak isteriz. Söylediğim gibi bende sadece okula geliş ve ayrılış tarihleri var, onlarda yanımda değil. Bana telefonunuzu verirseniz, bakarım eğer farklı ise sizi ararım değilse aramam. Üzgünüm bizde daha fazla bilgi yok.

M.K. : O devirlerde Türkiye’den gelen müdürler çok kısa zaman kalıp geri dönüyorlardı. Sizce bunun nedeni nedir?

Müdür M.Ö.: Öncelikle  o devirlerde Evkafın başında bulunan M.Münir Bey İngiliz yanlısı olduğu için Lise müdürlüğünde  bir İngiliz görmek istiyordu. Biliyorsunuz bu kişiye Kraliçe “Sir” unvanını vermişti.  Bir de  o devirlerde Lefkoşa’da dedikodu ortamı vardı. Galiba bir de Türkiyeli müdürleri sıla hasreti tutuyordu.

M.K. Okul müdürler panosuna içeri girerken baktım. Kazım Zafir Bey’in fotoğrafı yoktu. Bir fotoğrafını size hediye etmek istiyorum. Panoya koymanız için.

Müdür M.Ö. : Çok teşekkür ederiz. Demek Kazım Zafir bu muymuş?

M.K.: Biz teşekkür ederiz. Görüşmek dileği ile… .

Kısaltmalar: LTL: Lefkoşa Türk Lisesi, M.Ö. :Meryem Öksüzoğlu, M.K. Mehmet KOÇ

10 Mart 2014 Pazartesi

BENİM MEMLEKETLİM



            Evimizin arka bahçesinde  yan yana  özellikle ikisi kucak  kucağa  göğe  doğru yükselen, diğerlerinden farklı üç ağaç vardı.
            Yaklaşık  on beş metre uzunluğundaki  bu ağaçlar, diğer ağaçların tersine yere yakın kısmı ince  ve yukarı doğru gittikçe kalınlaşarak  en tepede en büyük çapa erişiyorlar.Rüzgarda kolaylıkla kırılır diye düşünürken, esen rüzgarlarda diğer ağaçlar depreme tutulmuş ev gibi sallanırken bu ağaçlar kılını bile kıpırdatmıyorlar. Hızarların kesmekte zorlandığı bir gövdeye sahip olan ağacın, sanki her tarafından dallar çıkmış ve bu dallar gövde boyunca düzgünce budanmış, izleri kalmış bir görüntü veriyorlar.
            Gövdenin tepesinde yer alan küme halindeki dalların  kenarlarına hızar dişi gibi yaprakları sıralanıyor. Bu koyu yeşil yapraklar, Hindistan taraflarında kurutularak kağıt olarak kullanılıyorlar.
            Sonbaharı son aylarında  bahçemizdeki üç ağacın ikisinin yaprakları arasında bir dala bağlı büyük salkımlar halinde yeşilden sarıya, sarıdan kırmızıya renkli meyveleri bulunuyor. Pek çok ülkede ekmeğin yerini tutan bu küçük, kuru ve az tatlı çeşidinin yanı sıra yumuşak iri ve ballı çeşidi de bulunuyor.
            Bahçemizdeki üçüncü ağaç  iki senedir meyve vermiyor. Tepesinde daha fazla dallar, dalların arasında kuru kuru yapraklar... Bir tembellik abidesiydi sanki  meyve veren ağaçların yanında.. Görecek gözüm yoktu onu. Baharda açtığı çiçekleri hiç meyve vermeden soluyorlardı. Ancak dikkatli bakınca haksızlık yaptığımı anladım. Çünkü o bir erkekti. O ağacın çiçeklerindeki tozları rüzgar veya arılar alıp öteki ağaçlara taşıyorlar. Ötekiler, ancak o zaman  bu sarımsı, ballı meyveleri verebiliyorlar. Hatta  insanlar bu çiçekleri kesip dişi ağaçtaki  çiçeklerin üzerine koyup  gazete ile sarıyorlar. Zaman içerisinde gazeteler uçup gidiyor. Fakat o zamana kadar  köprüler altından sular geçiyor, tek çekirdekli  meyveler dallarında yerini alıyorlar.
            Pek çok ülkede, taze meyvesini  suda  ezerek mayalandırılmasıyla  şarap elde edilmekte, İslam’da  ise bu ağaç  cennete özgü ağaçlardan sayıldığı için çoğunlukla mezar taşlarının ayak tarafındaki süslemelerde kullanılmaktadır. Şairin dediği gibi;
   Yedi yayla kızının çelikten baltaları
Irmağa aksederek yükselince yukarı
Taşların,toprakların üstüne serildiler
Mezarlık ağaçları
      Binlerce  ölü gören, bir tek balta görmeyen,
Uzun sırat köprüsü bizden yapılır diyen
Mezarlık ağaçları
Olarak bilinen bu ağaçlar, Kuzey Afrika vahalarında kültürü yapılan, Güney Asya’da  yetiştirilen  bir tohumlu  sarı renkli, kısa silindirik,etli, tatlı ve besleyici  meyveleri olan bu ağacı tanımışsınızdır artık.
Bu ağaçların biri de benim memleketlim..Evet Trabzonlu, Trabzon hurması....

27 Şubat 2014 Perşembe

OKULUM:KIBRIS SEDAT SİMAVİ ENDÜSTRİ MESLEK LİSESİ


          1959-1960 öğretim yılında Türk Yapı Enstitüsü adı altında 1 müdür, 2 meslek öğretmeni ve 16 öğrencisi ile öğretime başlayan okulumuz ilk açıldığı zaman ortaokula dayalı iki yıl üzerinde öğretim yapıyordu. 1960-1961 öğretim yılında okul 10 öğrenciyi mezun etmekle ilk meyvelerini vermiş oldu.
           Bilgisayar Teknik Lisesi 1993-1994 öğretim yılında Sedat Simavi Endüstri Meslek Lisesi bünyesinde öğretime açılmıştır. Bilgisayar Donanım branşında 4 yıllık eğitim vermektedir. Ülkemizde Bilgisayar Donanım alanında eğitim veren tek okul olma özelliğine sahiptir.
           Toplum ihtiyaçları gün geçtikçe artmakta, bilgi ve teknoloji hızla ilerlemektedir. Bu ihtiyaçları karşılayabilmek, hala gelişen çağımıza ayak uydurabilmek ve sanayinin gelişmesini sağlamak teknik eğitim seviyesine bağlıdır.
           Yurt içinde teknik alanda üretimin artması, refahın yükselmesi, bireylerin çağdaş uygarlık düzeyine ulaşması, ekonomik uğraştan başarı ile çıkılmasına bağlıdır. Bu uğraşın öncüleri ise teknik elemanlardır.
           Ülkemizin teknik eleman ihtiyacına cevap verebilmek için okulumuz, 100'e yakın öğretmeniyle, 650 öğrencisine eğitim sunmaktadır. Okulumuzda meslek lisesinde 8, teknik lisede 1 olmak üzere toplam 9 branşta teknik eleman yetişmektedir

9 Şubat 2014 Pazar

BAYRAM VE YENİ YIL




2007 yılının bir özelliği yıl başının Kurban Bayramı ile aynı günde olması idi. Dolayısıyla her ikisinde yapılacak işler ve hissedilecek duygular birbirlerine karışmıştı.
Pazar günü saat altı cıvarında uyandım. Alışkın olduğum için bayram Namazı’na hazırlandım ve Yürüyerek Yenişehir Şehitler Camisine gittim. Hafif bir rüzgar esiyordu. Aralığın son günü olmasına rağmen Kıbrıs’ta  fazla bir soğuk yoktu.  Türkiye’den görevli İmamımız çok güzel bir vaazdan sonra kalabalık bir cemaatle namazı kıldık. Çıkışta yine bir hüzün kaplamıştı her tarafımı çünkü yine o anda bayramlaşacağım bir yakınım yoktu yanımda.
Eve geldim. Çocuklar uyuyordu. Biraz kitap okudum. Uyanan kişilerle bayramlaştım ve kahvaltı ettik. Bu gün keseceğimiz kurban için saat birde gelmemizi söyledi kesimhane yetkilileri bizde on iki civarında aracımızla oraya gittik. Dört öğretmen ortak bir kurban kesiyorduk. Fakat işler saatinde gitmedi. Beklemekten yorulduk. Saat dörte doğru kasap haricten bizden bıcak parası istedi. Sanki doktor ameliyat edecek ve mecburen istediği parayı verdik. Bizim kurbanımızı kesti. Modern bir tesiste çok temiz ve iyi bir işçilikle bize teslim ettiler. Buradan ayrılırken ovanın üzerine karanlık yavaş yavaş çöküyordu. Bir ibadeti ve geleneği yerine getirmenin mutluluğu ile eve gittik. Fakat evde farklı bir heyecan vardı.
            Bugün 2006’nın son günü idi. Herkes heyecanla yıl başı kutlamalarına gitmek istiyordu. Özelliklede çocuklar bir an önce Girne’ye gitmek için sabırsızlanıyorlardı. Biraz dinlendikten sonra saat 9:30 cıvarında Lefkoşa’dan Girneye arabamla hareket ettik.Girne sahilinde turumuzu attıktan sonra  Ayna grubunu dinlemeye gittik. Erhan Güleryüz her zaman ki gibi siyah güneş gözlüklerini takmış ve kış ortasında kolsuz tişortünü giymişti. Daha çok gençlerin ilgi gösterdiği konser sevilen Ayna şarkıları ile devam etti.
On ikiye yakın sahneye gelen Girne Belediye Başkanı Aygın yine kıbrıs meselesinden, barıştan dem vurdu. Fakat kimse dinlemedi ve yeni yıla rengarenk havai fişeklerinin aydınlığında girdik.
Kızımın “2006 yılı senin için nasıldı?” sorusuna
“-Hayatımın keyifli ve güzel geçen yıllarından biriydi” şeklinde cevapladım.

KIBRIS




            Yıl 1974,  Temmuz ayının en sıcak günlerinde ılık bir mevsime sahip Karadeniz yaylalarında kendi ineklerimize çobanlık yapıyorum. Arkadaşlarım, savaş çıktığını ve askerlerimizin Kıbrıs’a girdiğini ve hızla ilerlediğini anlatıyorlardı.
            Sekiz yaşlarındaydım ama çok iyi hatırlıyorum. Öğleyin koşar adım eve geldim. Ağır bir radyomuz vardı, açtım ve haberleri dinlemeye başladım. Evet Kıbrıs’a girmiştik. Rumları yeniyorduk. Kıbrıs’ı bilmiyordum ama Rumları çok iyi biliyordum. Çünkü, babaannem hep Kurtuluş savaşı öncesi Rumların kendilerine yaptığı zülümleri, eziyetleri ve öldürdükleri yakınlarını yaşlı gözlerle anladırdı. Diyebilirim ki ninnilerimde bile onların kötülükleri vardı.
            Beraber kaldığım babaanneme:
-Bak! Yine senin anlattığın Rumlarla savaşıyoruz dedim. Babaannem:
- Savaş çok kötü, yine pek çok gençlerimiz ölecek, dedi ve ellerini gökyüzüne açarak:
–Allahım! Sen onları koru diye dua etti.
            Babaannenim korktuğunu sanarak,
            -Babaanne korkma, ben seni onlardan korurum. Sana zarar veremezler, derken boyumu daha uzun göstermek için ayak parmaklarımın üzerine kalktım. Babaannem gülümseyerek başımı okşadı ve
-Merak etme, onlar şimdi bizden çok uzakta” dedi.
            Çocuk kafamda hemen bağlantıyı kurdum.Demek Kıbrıs bize çok uzakta, o zaman yerini öğrenmeliyim.

SENİ BEKLEMEK




Seni beklemek, bir lale soğanının kırmızı, sarı ve beyaz çiçeklerini açması için baharı beklemesi gibidir.
Seni beklemek, bir ayçiçeğinin yüzünü ona dönebilmesi için  gecenin karanlığında bir gün doğacağını bilerek  güneşi beklemesi gibidir...
  Seni beklemek, Efkalido ağacının sabah serinliğinde düşen çiy damlalarını tutan yaprakları için “bana elbet bırakacak” diyen suya doyumsuz köklerin beklediği gibidir.
Seni beklemek,sevgiyle hamuru yoğrulmuş ve dokuz ay karnında taşıdıktan sonra doğum sancılarına aldırmadan çocuğunun doğmasını sevinçle bekleyen anne gibidir  seni  beklemek..

                                     Mehmet Koç
31.Mart.2005